Anayasa Mahkemesi Başkanlığından:
Esas Sayısı :
2012/40
Karar Sayısı :
2012/158
Karar Günü :
18.10.2012
İTİRAZ YOLUNA BAŞVURAN : Yargıtay 22. Hukuk Dairesi
İTİRAZIN KONUSU : 22.5.2003 günlü, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 3. maddesinin, 15.5.2008
günlü, 5763 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle değiştirilen ikinci fıkrasının “İtiraz üzerine verilen kararlar
kesindir.” biçimindeki beşinci cümlesinin, Anayasa’nın 2., 36. ve 49.
maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptaline karar verilmesi istemidir.
I- OLAY
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı müfettişleri
tarafından yapılan inceleme sonucunda düzenlenen rapora karşı 4857 sayılı
İş Kanunu’nun 3. maddesine dayanılarak yerel mahkemede açılan davanın
kabulüne ilişkin kararın temyiz edilmesi üzerine itiraz konusu kuralın Anayasa’ya
aykırı olduğu kanısına varan Yargıtay 22. Hukuk Dairesi, iptali için
başvurmuştur.
II- İTİRAZIN GEREKÇESİ
Başvuru kararının gerekçe bölümü
şöyledir:
“...
1. GENEL
OLARAK ASIL İŞVEREN-ALT İŞVEREN İLİŞKİSİ VE SINIRLANDIRILMASI
Çağımızda ekonomik ve teknolojik
gelişmeler, küresel pazarın rekabet koşulları işletmeleri mal veya hizmet
üretimlerini kendi işçileriyle değil, başka işverenlerin işçileri
aracılığıyla gerçekleştirme yöntemlerini kullanmaya itmiştir. Alt işverene
iş gördürme de bu yöntemlerden biridir. İşverenler yönünden bu tür
yöntemlere başvurma “girişim özgürlüğü” kapsamında düşünülürse de, bu
uygulama sonucunda alt işveren işçileri çoğunlukla sendikal örgütlenme ve
toplu sözleşme düzeninin dışına itilmekte, daha ağır çalışma koşullarına tabi
tutulmakta ve çok düşük ücret ve sosyal yardımlarla çalıştırılmaktadır.
Böylece İş Hukuku kurallarının alt işveren işçileri açısından çok fazla bir
anlam ve etkinliği söz konusu olamamaktadır. Doğuş sebebi işçiyi korumak
olan İş Hukuku, sermaye karşısında emeğin ve örgütlenmenin etkisini
zayıflatan bu uygulamanın sınırlandırılması ihtiyacını hissetmiştir.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 2.
maddesinin altıncı ve yedinci fıkralarında, işçi haklarını sınırlandıran ve
kullanılamaz hale getiren kötüniyetli uygulamaları
önlemek amacıyla asıl işveren-alt işveren ilişkisinin kurulma şartlarına,
muvazaa ölçütlerine ve bunlara aykırılığın yaptırımına yer verilmiştir.
4857
sayılı İş Kanunu’nun 2. maddesinin altıncı fıkrasında asıl işveren-alt
işveren ilişkisi; “bir işverenden, işyerinde yürüttüğü mal veya hizmet
üretimine ilişkin yardımcı işlerinde veya asıl işin bir bölümünde
işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren
işlerde iş alan ve bu iş için görevlendirdiği işçilerini sadece bu işyerinde
aldığı işte çalıştıran diğer işveren ile iş aldığı işveren arasında kurulan
ilişki” olarak tanımlanmıştır.
Aynı maddenin yedinci fıkrasında
“Asıl işverenin işçilerinin alt işveren tarafından işe alınarak
çalıştırılmaya devam ettirilmesi suretiyle hakları kısıtlanamaz veya daha
önce o işyerinde çalıştırılan kimse ile alt işveren ilişkisi kurulamaz.
Aksi halde ve genel olarak asıl işveren alt işveren ilişkisinin muvazaalı
işleme dayandığı kabul edilerek alt işverenin işçileri başlangıçtan
itibaren asıl işverenin işçisi sayılarak işlem görürler. İşletmenin ve işin
gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler dışında asıl iş
bölünerek alt işverenlere verilemez” kuralına yer verilmiştir.
Asıl
işveren-alt işveren ilişkisi konusunda Kanunda öngörülen yasal
sınırlamalar; “asıl işverenin işçilerinin alt işveren tarafından işe
alınarak çalıştırılmaya devam ettirilmesi suretiyle haklarının
kısıtlanamayacağına”, “daha önce asıl işveren tarafından o iş yerinde
çalıştırılan kimse ile alt işveren ilişkisi kurulamayacağına” ve
“işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren
işler dışında asıl işin bölünerek alt işverenlere verilemeyeceğine”
ilişkindir. Buna göre asıl işveren-alt işveren ilişkisinin
geçerliliği kanunda belirtilen unsurları taşımasına bağlıdır. Maddenin
yedinci fıkrasında asıl işveren-alt işveren ilişkisine ilişkin örnekleme
yoluyla muvazaa kriterlerine yer verilmiş ve
ilişkinin muvazaaya dayanması halinde alt işveren işçisinin başlangıçtan
itibaren asıl işverenin işçisi sayılarak işlem göreceği düzenlenmiştir.
4857 sayılı Kanun’un yukarıda
belirtilen hükümleri ekonomik ve teknolojik gelişmelerin bir zorlaması
olarak, işletmelere alt işverenlere iş gördürme imkânı tanırken, işçilerin
korunması amacıyla önemli güvenceler ve sınırlamalar da içermekte, bu
istihdam modelinin İş Hukukunda temel bir kural değil, bir istisna olarak
değerlendirildiğini ortaya koymaktadır.
...
3. ANAYASAYA AYKIRILIK NEDENLERİ
a. Sosyal
Devlet İlkesi Yönünden
Anayasa’nın 2. maddesinde Türkiye
Cumhuriyetinin sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir.
Sosyal devlet, vatandaşların sosyal
durumlarıyla, refahlarıyla ilgilenen, onlara asgari bir yaşam düzeyi sağlamayı
ödev bilen, sosyal ve ekonomik hayata müdahale yoluyla, sınıf çatışmalarını
yumuşatan ve milli bütünleşmeyi sağlamaya çalışan bir devlet anlayışıdır.
Sosyal devletin başta gelen
amaçlarından birisi toplumdaki sosyal ve ekonomik dengesizlikleri
azaltmaktır.
Anayasa Mahkemesinin 23.05.1972 tarih
ve 2-28 sayılı kararında da belirtildiği üzere sosyal devlet, güçsüzleri
güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği yani sosyal adaleti ve
böylece sosyal dengeyi sağlamakla yükümlü devlettir.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 2.
maddesinin altıncı ve yedinci fıkralarına aykırı olarak kurulan veya
muvazaaya dayalı asıl işveren-alt işveren ilişkileri işçiyi mağdur etmeye
yöneliktir. İşveren karşısında ekonomik ve sosyal açıdan güçsüz durumdaki
işçiyi mağdur etmeye yönelik kanuna aykırı veya muvazaalı işlemlere karşı
hak arama yolunu kapatan 3. maddenin ikinci fıkrasında yer alan “İtiraz
üzerine verilen kararlar kesindir” cümlesi Anayasa’nın 2. maddesinde
belirtilen sosyal devlet ilkesine uygun düşmemektedir.
b. Çalışma Hakkı Yönünden
Anayasanın 49. maddesinin birinci
fıkrasında yer alan “çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir” hükmü ile çalışma
hakkı, Anayasa ile güvence altına alınmıştır.
Maddenin ikinci fıkrasında “Devlet,
çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için
çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye
elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için
gerekli tedbirleri alır” hükmü ile devlete çalışma hakkının
gerçekleştirilmesi sorumluluğu verilmiş bulunmaktadır. Buna göre devlet,
çalışanları koruyacak, işsizliği önleyecek ve işçi-işveren ilişkilerinde
çalışma barışını sağlayacak önlemleri alacaktır.
Anayasa’nın 48/2 hükmüne göre devlet,
çalışanların hayat seviyesini yükseltmek ve çalışma hayatını geliştirmek
üzere girişim özgürlüğünü özüne dokunmamak şartıyla eşitlik ilkesini de göz
önünde tutarak sınırlandırabilecektir. Bu anlamda çalışma hakkı, çalışma ve
sözleşme özgürlüğüne getirilecek kayıtlamaları da haklı kılarken aynı zamanda
onları sınırlandırır.
Çalışma hakkı, iş bulma hakkını,
yaşa, cinsiyete ve güce uymayan işlerde çalıştırılmama hakkını, işe almada
ırk, renk, cinsiyet, inanç, siyasal düşünce ayrımcılığı yapılmama hakkını,
istediği alan ve işte çalışma hakkını içerir. Bu hakların kullanılabilmesi
devlete, istihdam olanaklarının yaratılması, eğitim hakkı, iş güvencesi ve
koruyucu standartların sağlanması, çalışma yaşamında belirli bir gelir
güvencesi sağlanması, işçi sağlığı ve güvenliğinin sağlanması, işçilerin
örgütlenme hakkının sağlanması, işsizliğe ve işgücünün toplumsal risklere
karşı korunmasını içeren uygun mevzuatın hazırlanması yükümlülüğünü
vermektedir.
Çalışma hakkı olumlu edim gerektiren
ve bu konuda daha çok devleti sorumluluk altına sokan bir hak niteliği
taşıdığından, bu hakkı zayıflatan muvazaalı işveren uygulamalarına karşı
kanun yollarını kapatan 4857 sayılı Kanun’un 3. maddesinin yukarıda
belirtilen cümlesi Anayasa’nın 49. maddesine aykırı düşmektedir.
Öte yandan, mahkemenin verdiği
(muvazaanın varlığı veya yokluğu hakkındaki) kesin hüküm, bu davanın tarafları
olmayan kişiler yönünden kesin hüküm ve kesin delil oluşturmaz. Bu nedenle
iş müfettişinin muvazaa tespitine karşı açılan itiraz davası sonucunda
muvazaa bulunmadığına yönelik verilecek karar, işçinin, asıl işveren-alt
işveren ilişkisinin kanuna aykırı veya muvazaaya dayalı olduğu iddiasıyla
asıl işverene karşı işe iade veya alacak davası açmasına engel teşkil
etmemektedir. Aynı şekilde sendikanın toplu iş sözleşmesi yapmak için
açacağı yetki tespiti v.b. davalarda da kesin hüküm ve kesin delil
oluşturmayacaktır. Ne var ki, itiraz davasında verilen hükmün, tarafları
farklı diğer bir davada (kesin hüküm ve kesin delil değil), kuvvetli bir
takdiri delil teşkil etmesi mümkündür. İşçinin tarafı olmadığı bir davada
oluşan kuvvetli takdiri delilin aleyhine sonuç doğurması göz önünde
bulundurulduğunda iş mahkemesince verilen kararın kesin olması anayasal
güvenceye sahip çalışma hakkını zayıflatıcı ve hatta ortadan kaldırıcı
niteliktedir.
c. Hak Arama Özgürlüğü Yönünden
Anayasamızın 36. maddesinde hak arama
özgürlüğü düzenlenmiştir. Buna göre “Herkes, meşru vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak
iddia ve savunma hakkına sahiptir. Hiç bir mahkeme, görev ve yetkisi
içindeki davaya bakmaktan kaçamaz.”
Anayasa’nın sözü edilen maddesi
bireylerin sahip oldukları hak ve özgürlüklerin korunmasını sağlamaya yöneliktir.
Bireyler anayasamızca kendilerine tanınan haklarını meşru yollardan arama
hürriyetine sahiptir.
Hak ve özgürlüklerin güvenceye
kavuşturulması, hak arama yollarının sayısının artırılması, ulaşılmasının kolaylaştırılması
ve etkinleştirilmesi ile sağlanabilir.
Hak arama özgürlüğü ve hak arama
yollarının yokluğu, diğer hak ve özgürlüklerin sadece teoride kalmasına
neden olur. Bu yönüyle hak arama özgürlüğü koruyucudur. Koruyuculuk
özelliği sayesinde hak arama hürriyeti tüm hakların yaşama geçirilmesini
sağlar.
Yaşam hakkı, çalışma hakkı, seçme ve
seçilme hakkı, çevre hakkı gibi haklar hak arama özgürlüğü ile doğrudan
ilgilidir. Zira bu hakların birisi ihlal edilirse her halde hak arama
özgürlüğü söz konusu olacaktır.
Yukarıda
belirtildiği üzere 4857 sayılı İş Kanunu’nun 2. maddesinin 6 ve 7.
maddesine aykırı olarak kurulan veya muvazaaya dayanan asıl işveren-alt
işveren ilişkileri işçinin daha düşük ücret ve sosyal yardımlarla
çalışmasına, iş güvencesinin zayıflamasına, daha ağır çalışma koşullarına
tabi tutulmasına, sendikal örgütlenme ve toplu iş sözleşmesi düzeninin
dışına itilmesine neden olmaktadır. Muvazaanın tarafları “asıl işveren”
ile “alt işveren”dir. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 3. maddesi gereğince
muvazaa tespit eden iş müfettişinin raporuna karşı iş mahkemesinde açılan
itiraz davasında işçi yer almamaktadır. İşçinin taraf olarak yer almadığı
ve delil sunma imkânından yoksun bulunduğu bir yargılama sonucunda muvazaa
bulunmadığına yönelik mahkeme kararının kesin olduğunun kabulü, işverene
kanuna aykırı uygulaması için adeta “ruhsat” anlamına gelecektir.
Davalarda asıl olan, ilk derece
mahkemelerinin verdikleri kararlara karşı, menfaati olan tarafın kanun
yoluna başvurmasıdır. Kanun yoluna başvurma, hak arama özgürlüğünün
ayrılmaz bir parçasıdır. Kural bu olmakla birlikte, istisnaî bazı
durumlarda ilk derece mahkemelerinin verdiği kararların kesin olduğu
yolunda kanunlarda (örneğin HMK m.341/f.2) hüküm yer almaktadır. Kanun koyucunun İş Kanunun 3. maddesinin ikinci fıkrasının
getirdiği itiraz davası bakımından da bu yönde yeni bir istisna kabul
ettiği anlaşılmakta ise de, itiraz davasının konusu, niteliği itibariyle
işçi - işveren ve hatta ülke ekonomisi bakımından çok önemli sonuçlar
doğurmakta olduğundan, “istisna” olmaya müsait değildir (Bkz. Ejder YILMAZ,
“Alt İşverenlik İlişkisinin Muvazaalı Olduğunu Tespit Eden İş Müfettişi Raporuna
Karşı İtiraz Davası”, Çimento İşveren, Çimento Endüstrisi İşverenleri
Sendikası Dergisi, Cilt 23, Sayı:1, Ocak 2009, s.20).
İtiraz davasının üst mahkemeye
gitmesine izin verilmemesi, ilk derece mahkemesinin yanlış karar vermesi halinde,
Yargıtay’ın müdahalesini ve daha da önemlisi bu konuda ülke çapında hukuk
birliğinin sağlanmasını güçleştirecektir. Bu nedenle, İş K. m.3,II/cümle
4’deki kanun yollarını kapatan söz konusu hükmün Anayasanın hak arama
özgürlüğünü kısıtlar nitelikte ve Anayasaya aykırı olduğu düşünülmektedir.
...”
III- YASA METİNLERİ
A- İtiraz Konusu Yasa Kuralı
22.5.2003 günlü, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 15.5.2008
günlü, 5763 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle değiştirilen ve itiraz konusu
kuralı da içeren 3. maddesi şöyledir:
“Madde 3- Bu Kanunun kapsamına giren
nitelikte bir işyerini kuran, her ne suretle olursa olsun devralan, çalışma
konusunu kısmen veya tamamen değiştiren veya herhangi bir sebeple
faaliyetine son veren ve işyerini kapatan işveren, işyerinin unvan ve
adresini, çalıştırılan işçi sayısını, çalışma konusunu, işin başlama veya
bitme gününü, kendi adını ve soyadını yahut unvanını, adresini, varsa
işveren vekili veya vekillerinin adı, soyadı ve adreslerini bir ay içinde
bölge müdürlüğüne bildirmek zorundadır.
Bu Kanunun 2 nci
maddesinin altıncı fıkrasına göre iş alan alt işveren; kendi işyerinin
tescili için asıl işverenden aldığı yazılı alt işverenlik sözleşmesi ve
gerekli belgelerle birlikte, birinci fıkra hükmüne göre bildirim yapmakla
yükümlüdür. Bölge müdürlüğünce tescili yapılan bu işyerine ait belgeler
gerektiğinde iş müfettişlerince incelenir. İnceleme sonucunda muvazaalı
işlemin tespiti halinde, bu tespite ilişkin gerekçeli müfettiş raporu
işverenlere tebliğ edilir. Bu rapora karşı tebliğ tarihinden itibaren altı
işgünü içinde işverenlerce yetkili iş mahkemesine itiraz edilebilir. İtiraz üzerine verilen kararlar
kesindir. Rapora altı iş günü içinde itiraz edilmemiş veya mahkeme muvazaalı
işlemin tespitini onamış ise tescil işlemi iptal edilir ve alt işverenin
işçileri başlangıçtan itibaren asıl işverenin işçileri sayılır.
Ancak, şirketlerin tescil kayıtları
ise ticaret sicili memurluklarının gönderdiği belgeler üzerinden yapılır ve
bu belgeler ilgili ticaret sicili memurluğunca bir ay içinde Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanlığı ilgili bölge müdürlüklerine gönderilir.
Asıl işveren-alt işveren ilişkisinin
kurulması, bildirimi ve işyerinin tescili ile yapılacak sözleşmede
bulunması gerekli diğer hususlara ilişkin usul ve esaslar, Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.”
B- İlgili Yasa Kuralı
4857 sayılı
Kanun’un ilgili görülen 2. maddesinin altıncı fıkrası şöyledir:
“Bir
işverenden, işyerinde yürüttüğü mal veya hizmet üretimine ilişkin yardımcı
işlerinde veya asıl işin bir bölümünde işletmenin ve işin gereği ile
teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde iş alan ve bu iş için
görevlendirdiği işçilerini sadece bu işyerinde aldığı işte çalıştıran diğer
işveren ile iş aldığı işveren arasında kurulan ilişkiye asıl işveren-alt
işveren ilişkisi denir. Bu ilişkide asıl işveren, alt
işverenin işçilerine karşı o işyeri ile ilgili olarak bu Kanundan, iş
sözleşmesinden veya alt işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden
doğan yükümlülüklerinden alt işveren ile birlikte sorumludur.”
C- Dayanılan Anayasa Kuralları
Başvuru kararında, Anayasa’nın 2.,
36. ve 49. maddelerine dayanılmıştır.
IV- İLK İNCELEME
Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 8. maddesi uyarınca Haşim
KILIÇ, Serruh KALELİ, Alparslan ALTAN, Fulya
KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Osman Alifeyyaz
PAKSÜT, Zehra Ayla PERKTAŞ, Recep KÖMÜRCÜ, Burhan ÜSTÜN, Engin YILDIRIM,
Nuri NECİPOĞLU, Hicabi DURSUN, Celal Mümtaz
AKINCI, Erdal TERCAN, Muammer TOPAL ve Zühtü ARSLAN’ın
katılımlarıyla 17.5.2012 gününde yapılan ilk inceleme toplantısında,
dosyada eksiklik bulunmadığından işin esasının incelenmesine OYBİRLİĞİYLE
karar verilmiştir.
V- ESASIN İNCELENMESİ
Başvuru kararı ve ekleri,
Raportör Hakan ATASOY tarafından hazırlanan işin esasına ilişkin rapor,
itiraz konusu ve ilgili görülen yasa kuralları, dayanılan Anayasa kuralları
ve bunların gerekçeleri ile diğer yasama belgeleri okunup incelendikten
sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
Başvuru
kararında, 4857 sayılı Kanun’un 2. maddesinin altıncı ve yedinci
fıkralarına aykırı olarak kurulan veya muvazaaya dayalı asıl işveren alt
işveren ilişkilerinin, işveren karşısında ekonomik ve sosyal açıdan güçsüz
durumdaki işçiyi mağdur etmeye yönelik olduğu, çalışma hakkının olumlu edim
gerektiren ve bu konuda daha çok çalışma hayatını geliştirmek için
çalışanları ve işsizleri korumakla yükümlü olan devleti sorumluluk altına
sokan bir hak niteliği taşıdığı, itiraz konusu kuralın kanuna aykırı veya
muvazaalı işlemlere karşı hak arama yolunu kapatması nedeniyle kuralın,
Anayasa’nın 2. maddesinde düzenlenen sosyal hukuk devletine, 49. maddesinde
düzenlenen çalışma hakkına ve 36. maddesinde düzenlenen hak arama
özgürlüğüne aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
4857 sayılı
Kanun’un itiraz konusu kuralın da yer aldığı 3. maddesinin ikinci
fıkrasında, Kanun’un 2. maddesinin altıncı fıkrasına göre iş alan alt
işverenin; kendi işyerinin tescili için asıl işverenden aldığı yazılı alt
işverenlik sözleşmesi ve gerekli belgelerle birlikte, birinci fıkra hükmüne
göre bildirim yapmakla yükümlü olduğu, bölge müdürlüğünce tescili yapılan
bu işyerine ait belgelerin gerektiğinde iş müfettişlerince inceleneceği,
inceleme sonucunda muvazaalı işlemin tespiti halinde, bu tespite ilişkin
gerekçeli müfettiş raporunun işverenlere tebliğ edileceği, işverenlerin bu
rapora karşı tebliğ tarihinden itibaren altı iş günü içinde yetkili iş
mahkemesine itiraz edebilecekleri belirtilmiş, yapılan bu itiraz üzerine
verilen kararların ise kesin olduğu hükme bağlanmıştır.
Anayasa’nın 2.
maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her
alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini
sağlayan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı
denetimine açık olan devlettir.
Hukuk devletinin niteliklerinden biri
de “sosyal hukuk devleti”dir. Sosyal hukuk
devleti, vatandaşlarına asgari bir yaşama düzeyi
sağlamayı kendisine görev bilen ve bu yüzden devletin sosyal ve ekonomik
yaşama aktif müdahalesini meşru ve gerekli gören bir anlayışı ifade eder.
Vatandaşların sosyal durumlarıyla ilgilenen sosyal hukuk devleti, “insan onuru”nun korunmasını amaçlar ve
bunun için sosyal adaleti sağlamaya çalışır. Sosyal hukuk devleti, kişi ve toplum yararı arasında denge kuran, toplumsal
dayanışmayı üst düzeyde gerçekleştiren, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak
eşitliği, sosyal adaleti sağlayan ve toplumsal dengeleri gözeten devlettir.
Anayasa’nın hak arama hürriyetini
düzenleyen 36. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, meşru vasıta ve
yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı
olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”
denilerek yargı mercilerine davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun
doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence
altına alınmıştır.
Anayasa’nın tüm maddeleri aynı etki ve değerde
olup, aralarında bir üstünlük sıralaması bulunmadığından, uygulamada
bunlardan birine öncelik tanımak olanaklı değildir. Bu nedenle, kimi zaman
zorunlu olarak birlikte uygulanan iki Anayasa kuralından biri, diğerinin
sınırını oluşturabilmektedir. Anayasa’nın 36. maddesinde
düzenlenen hak arama hürriyeti için düzenlendiği maddede herhangi bir
sınırlama nedeni öngörülmemiş ise de, davaların mümkün olan süratle
sonuçlandırılmasını ifade eden Anayasa’nın 141. ve mahkemelerin kuruluşu,
görev ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usullerinin kanunla
düzenleneceğini öngören Anayasa’nın 142. maddelerinin, hak arama
hürriyetinin kapsamının belirlenmesinde gözetilmesi gerektiği açıktır. Buna
göre, kanun koyucu, uyuşmazlıkların niteliklerini gözeterek, Anayasa’daki
yargı ile ilgili temel ilkelere ve güvence kurallarına aykırı bulunmamak
şartı ile yargı yerlerince verilecek kararlardan hangilerinin kesin
olduğunu belirleyebilecektir.
Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkı, her uyuşmazlığın zorunlu olarak
iki ya da üç dereceli yargılamaya tabi olmasını gerektirmez. Anayasa’da iki dereceli yargılamayı zorunlu tutan bir kural
olmadığı gibi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
Türkiye’nin taraf olmadığı 7 Numaralı Protokolü’nün 2. maddesi ile Türkiye’nin
taraf olduğu Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 14.
maddesinin beşinci fıkrasında yalnızca ceza davaları açısından iki dereceli
yargılama öngörülmüş, hukuk davaları açısından ise iki dereceli yargılama
zorunluluğu getirilmemiştir. Bu
nedenle bazı hukuk uyuşmazlıklarının usul ekonomisi vb. nedenlerle iki
dereceli yargılamaya kapatılması yasama organının takdir yetkisi içinde
olup hak arama hürriyetine aykırılık oluşturmaz.
Asıl işveren-alt işveren ilişkisinin tanımı 4857
sayılı Kanun’un 2. maddesinin yedinci fıkrasında yapılmıştır. Buna göre, “Bir
işverenden, işyerinde yürüttüğü mal veya hizmet üretimine ilişkin yardımcı
işlerinde veya asıl işin bir bölümünde işletmenin ve işin gereği ile
teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde iş alan ve bu iş için
görevlendirdiği işçilerini sadece bu işyerinde aldığı işte çalıştıran diğer
işveren ile iş aldığı işveren arasında kurulan ilişkiye asıl işveren-alt
işveren ilişkisi denir.” İşyerinde alt işverene iş verilmesi,
çalışma hayatının gereksinimlerinden kaynaklanan ve hukuki dayanakları
bulunan bir ilişkidir. Bu ilişkide özellikle alt işveren işçilerinin
bireysel ve kolektif haklarının korunması büyük önem taşımaktadır. Bu
nedenle işçi-işveren ilişkilerini düzenleyen temel kanun niteliğindeki 4857
sayılı Kanun’da alt işveren işçilerinin çalıştırılmalarıyla ilgili ciddi
önlemler getirilmiştir. Bu önlemlerden biri de asıl işveren-alt işveren
ilişkisinin amacına aykırı olarak kullanılmasını hedefleyen muvazaanın
önlenmesidir. 4857 sayılı Kanun’un 2. maddesinin sekizinci fıkrasında “Asıl işverenin işçilerinin alt işveren
tarafından işe alınarak çalıştırılmaya devam ettirilmesi suretiyle hakları
kısıtlanamaz veya daha önce o işyerinde çalıştırılan kimse ile alt işveren
ilişkisi kurulamaz. Aksi halde ve genel olarak asıl işveren alt işveren
ilişkisinin muvazaalı işleme dayandığı kabul edilerek alt işverenin
işçileri başlangıçtan itibaren asıl işverenin işçisi sayılarak işlem
görürler.” denilerek, asıl
işveren-alt işveren ilişkisinin muvazaalı işleme dayanılarak kurulması
yasaklanmıştır.
4857 sayılı Kanun’un 3.
maddesinin ikinci fıkrası, sosyal hukuk devleti ilkesinin bir gereği
olarak, asıl işveren-alt işveren ilişkisinin kötüye kullanılmasına fırsat
yaratmamak, diğer bir ifadeyle, asıl işveren ile alt işverenin işçiler
aleyhine muvazaalı işlem yapmalarına engel olmak ve muvazaalı işlem
yapılmışsa, işçilerin bu işlemle yoksun bırakılan haklarını koruma altına
almak amacıyla kabul edilmiştir. Bu
kapsamda itiraz konusu kuralın da, bir yandan iş müfettişlerinin muvazaalı
işlem tespit etmeleri üzerine düzenledikleri rapora karşı açılan itiraz
davasının en kısa zamanda sonuçlandırılarak, uzayan yargılama nedeniyle
işçilerin mağdur olmalarına engel olmak, diğer yandan da Yargıtayın iş yükünü azaltmak amacıyla kabul edildiği
anlaşılmaktadır.
Bu nedenle, iş mahkemesi
kararlarına karşı açılan davaların hızlandırılarak, işçilerin haklarının
korunması ve mahkemelerin iş yükünün azaltılmasına yönelik kamu yararı
amacıyla, temyiz yoluna gidilmesini önleyen itiraz konusu kuralın adalet
duygusunu rencide eden, hak arama hürriyetini ve çalışma hakkını aşırı
derecede zorlaştıran ya da ortadan kaldıran, dolayısıyla hakkın özüne
dokunan bir sınırlama olmadığı açıktır.
Öte
yandan, başvuru kararında iş müfettişlerince yapılan inceleme sonucunda
muvazaalı işlemi tespit eden rapora karşı iş mahkemesine açılan itiraz
davasında, işçinin yer almadığı ve delil sunma olanağından yoksun
bulunduğu, böyle bir yargılama sonucunda muvazaa bulunmadığına yönelik
mahkeme kararının kesin olduğunun kabul edilmesinin işverene kanuna aykırı
uygulama yapması için adeta ruhsat vermek anlamına geldiği ileri sürülmüş
ise de 4857 sayılı Kanun’un itiraz konusu kuralı da içeren 3. maddesinin
ikinci fıkrası, işçilerin lehine kabul edilmiş olup, haklarının ihlal
edildiğini düşünen işçilerin muvazaanın tespiti ya da başkaca nedenlerle
bağımsız olarak dava açmalarına ya da iş müfettişlerinin raporuna karşı
işverenler tarafından açılan itiraz davasına müdahil olarak katılma
talebinde bulunmalarına engel teşkil etmemektedir.
Açıklanan nedenlerle, itiraz konusu kural
Anayasa’nın 2. ve 36. maddelerine
aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın, Anayasa’nın 49. maddesiyle ilgisi
görülmemiştir.
VI- SONUÇ
22.5.2003 günlü, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 3.
maddesinin, 15.5.2008 günlü, 5763 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle
değiştirilen ikinci fıkrasının “İtiraz
üzerine verilen kararlar kesindir.” biçimindeki beşinci cümlesinin Anayasa’ya
aykırı olmadığına ve itirazın REDDİNE, 18.10.2012 gününde OYBİRLİĞİYLE
karar verildi.
Başkan
Haşim KILIÇ
|
Başkanvekili
Serruh
KALELİ
|
Başkanvekili
Alparslan ALTAN
|
Üye
Fulya KANTARCIOĞLU
|
Üye
Mehmet ERTEN
|
Üye
Serdar ÖZGÜLDÜR
|
Üye
Osman Alifeyyaz PAKSÜT
|
Üye
Zehra Ayla PERKTAŞ
|
Üye
Recep KÖMÜRCÜ
|
Üye
Burhan ÜSTÜN
|
Üye
Engin YILDIRIM
|
Üye
Nuri NECİPOĞLU
|
Üye
Hicabi
DURSUN
|
Üye
Celal Mümtaz AKINCI
|
Üye
Erdal TERCAN
|
Üye
Muammer TOPAL
|
Üye
Zühtü ARSLAN
|
|